Zaman makinesinde kısa bir seyahat(2)
A'mâk-ı hayâlde sahih hadiselerle kurgusal bir gezinti...
Çok eski zamanlar. Hatta zaman da yok. Dünya yaratılmamış. Ruhlar alemindeyim. Melekle seyahatimiz sürüyor. Kıyamete yakın asırlara bakalım, diyoruz.
Melek:
-Her şeyin bir yanıyla çok kolay bir yanıyla çok zor olduğu bir zaman dilimi. Belki kendine burada yer bulabilirsin.
-Tamam o zamanlara gidelim.
Bir Çam dağı. Uzaktan bir göl gözüküyor. Bir katran ağacının üstünde şirin bir çardak. Nurdan bir zat oturmuş. Etrafında 3-4 talebesi. Kenarda bir demlik. Bir parça şeker... Dalda beze sarılmış bir ekmek... Nurani zat konuşuyor, bir talebesi yazıyor:
AZ ZAHMET VE AZ MEŞAKKATLE KURTULMA ASRI
“Eskiden kırk günden tut, ta kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-ı î;maniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa o yola karşı lakayd kalmak elbette kar-ı akıl değil.” Ooo tam bana göre bu zaman diyorum. Kurnazlık sağdan geliyor.
Devam ediyor: “İmanî; hizmetinizde kazandığınız ebedî; sevablar ve ruhî; ve kalbî; faziletler ve sevinçler, şimdiki geçici ve muvakkat gamları ve sıkıntıları hiçe indirir kanaatındayım. Şimdiye kadar, Risâle-i Nur şakirdleri gibi çok kudsî; hizmette çok az zahmet çekenler olmamış.” Sevincim katlanıyor.
“Hiçbir taife, şimdiye kadar böyle bir ehemmiyetli hizmette bizler kadar az meşakkatle kurtulmamış.”
Demek ki şimdiye kadar çekilen çilelerden daha hafifi söz konusu diye düşünüyordum ki... Kitap okuyan bu masum insanlara yapılan zulüm sahneleri geliyor:
Ortalıkta müthiş bir kar fırtınası. Yerde bir metre kar. Nurdan insanın talebeleri birbirine zincirli olarak kar üstünde hapishaneye sevk ediliyor. Derbeder perişan bir hapishane binası. Sıkış tepiş katiller, yankesicilerle aynı koğuşlara konuluyorlar. Üst kata bakıyorum. Katran ağacında gördüğüm zat -Bediüzzaman- en üst katta 75 kişilik bir koğuşta tek başına. 40 camdan 25'i kırık. Tipi camlardan içeri püskürürcesine hücum ediyor. Koğuşun içi dışarıdan farksız. Bediüzzaman tek başına. Donmamak için sürekli hareket ediyor, saatlerce. Yer nemli ve beton olduğundan ayakları donuyor. Sonra yorgunluktan bir yana yıkılıyor. Zübeyr isimli talebesi koğuş kapısının penceresinden ne olduğunu merak ediyor. Dondu sanıp telaşla kapıyı kırıyor ve neredeyse buz kesilmiş olan Bediüzzaman'ı kurtarıyor. Gardiyanlar ‘kapıyı niye kırdın' diye yan koğuşa alıp falakaya yatırıyor.
Melek araya giriyor: Bak bu talebe Bediüzzaman'ın havarisi. Tam bir sadık hatta sıddık.
Zübeyr ismindeki o talebe bir yandan dayak yiyor bir yandan üstadı soğuktan donmadığı için sevinç gözyaşları döküyor. Bediüzzaman 20 gün daha o koğuşta kalıyor. Hapishane müdürü öldürme emri aldığından yerini kasten değiştirmiyor. Soğuktan ölmesini bekliyorlar.
İç geçirip başka bir sahneye bakıyorum. Bu nasıl ‘az zahmet, az meşakkat' diye hayret ediyorum.
Bir başka yıla gidiyoruz. Bir köy meydanı beliriyor önümde. Bahar mevsimi. Köylüler sakallı bir zatın etrafında toplanmış onu dinliyor.
DÜNYA SEVGİSİNDEN KURTULMANIN ALAMETİ
-Hemşehrilerim. Benim babamdan kalan tarlalar var, hepsini satıyorum.
-Ya Hoca Efendi bu vakitte tarla mı satılır, hasat mevsimi gelmedi, yok bahasına gider. Kimse gerçek değerini vermez, bekle 3 ay sonra sat.
-Önemli değil! Nurları basacağız, bir gün bile beklemez.
-Evet, hemşehrilerim, sizden haber bekliyorum, gidin konuşun danışın gelin burda bekliyorum. Bugün satmam lazım.
Melek: Bu zat Bediüzzaman'ın önemli talebesi: Tahiri Mutlu. Talebelerin mal varlığı yok. Nur risaleleri basacaklar ama kimsede metelik yok. Ama her şeylerini satıp nurları cilt cilt basıyorlar. Bediüzzaman basılı nüshalar İstanbul'dan gelince öyle seviniyor ki… Elinde yeni basılmış Sözler, gözlerinde sevinç gözyaşları ‘Bugün Risale-i Nur'un bayramıdır.' diyor.
Bu sevince yeryüzü bütünüyle feda edilse az.
Melek:
-Bu halis insanlar dünyaya hiç rağbet etmiyor. “Zaten dünya sevgisinin kalpten çıktığının alâmeti; bulunca vermek, olmayınca kalben rahat olmaktır.” Bu ve bir sonraki asır fitnelerin yağmur gibi yağdığı bir dönem. Bir arada olamayanlar mukavemet edemez. Bir fitne rüzgarına takılıp gider. Bir yanıyla şeytan tuzakların en korkunçlarıyla bu asırda. Fakat saf halinde duranların, kol kola girenlerin, dağılmayanların, omuz omuza olanların arasına şeytan sızamıyor. Ya minarenin şerefesi veya kuyunun dibi. Sen tercih et.
Düşünüyorum. Zor bir tercih. ‘Olabilir' diye bir çentik atıp bir sonraki zamana geçiyorum.
NAM-I CELİL LEVENTLERİ
Gece vakti. Dünya önümde dev bir küre halinde beliriyor. Milyonlarca noktada ışıklar parıldıyor. Binlerce noktadan ise göğe nurdan helezonlar yükseliyor. Sanki yerküre semaya bu nurdan halatlarla asılı. Birine bakayım diye yaklaşıyorum. Ücra bir kıtada basit yapılı bir bina. Bir avuç öğretmen var. Yüreklerini yakan hasret ateşi ve gurbet ıstırabını bir kenara koymuşlar. Yüzleri tebessümle parıldıyor, şefkat ve muhabbet saçıyor. Dünyevi hiçbir emelleri yok. Kut-u layemutla geçiniyorlar. Tüm gaye-i hayalleri öğrencilerine güzeli ve iyiyi anlatmak.
Melek ilgi duyduğumu görünce söze giriyor:
- Bunların dualarıyla arz göğe tutunuyor. Amelleriyle yerkürenin küfre öfkesini teskin ediyorlar. Arza kefil oluyorlar. Çok talihli insanlar. Ahirzaman Peygamberi'nin ‘benim kardeşlerim' müjdesine koşuyorlar.
Bu zaman diliminin içinde seyahat edeyim, diyorum.
Bir başka kıta. Farklı bir Necaşi ülkesi. Okula benzer bir yer. Ama az değişik. Büyük bir salon. Nurdan bir zat var. Istırap ve dertler yüzüne nurdan takallüsler çizmiş. Çevresinde halka halinde talebeler. Dev bir marifet pınarı çağıldıyor. Damla zayi etmemeye çalışarak dağarcıklarını dolduran tilmizler. Gündüz dersle meşguller. Geceleri ise o nurdan zatın ‘ibadet asırları'ndan örneklerle onlara hedeflettiği geceyi ihyaya kilitlenmişler. Çıta yukarı konmuş. En düşüğü 50-100 rekat gece namazı. Gıpta ediyorum. Teravihte bile zorlandığımı unutup ‘Burası olabilir' diye yanımdaki meleğe işaret ediyorum.
Yanımdaki melek: Ama her zaman diliminde olduğu gibi bu zamanda da Hz. Yusuf gibi çile çekenler var.
-Tamam onlara da bakalım...
GÖK YOLCULARI
Bir deniz kenarı. Sıralar halinde odaların sıralandığı bir büyük kompleks. Tuhaf bir his beliriyor içimde. Her bir oda sanki ışık saçan bir başka mücevheri muhafaza ediyor. Bir mercan adası adeta. Sudan bir denizin yanı başında nurdan bir deniz. Lağviyat yok. Sürekli Kur'an okunuyor dua ediliyor. Melekler gözyaşlarıyla yapılan bu kutsi duaları göklere taşımak için yarışıyor. Mahkum gibiler ama çıkma dertleri yok. Başka bir boyuta geçmiş gibi halleri var. Her şeyi Allah'a bırakmışlar. Allah da çektiklerine rıza göstermelerinden dolayı hediye olarak onlara ‘rıza'sını vadetmiş. Bu zaman dilimi iyiymiş, diyorum.
Sonra bir başka bir bahçeye ayrı bir aleme açılıyor kapılar.
Melek:
-Az sonra bizim gıpta ettiğimiz kimsenin görmediği velileri, kutsileri göreceksin. Her birine bizim ellimiz hıfz için eşlik eder.
Renk renk kostümler içinde dev insanlar görüyorum. Nurdan abideler halinde. Gözleri yerde yürekleri gökte. Boyum sadece ayaklarını görmeme müsaade ediyor.
Melek ‘nazar edeceksin yeter bakma' diyor.
Kendi kendime bu zaman iyiymiş, her filmin orijinal kısmı sonunda oluyor demek ki, diye söyleniyorum.
Melek dediğimi doğrularcasına tebessüm ediyor ki... Kafamı rahleden kaldırıyorum. Sabah namazı vakti. Çıtkırıldımlığıma hayıflanıyorum. Yuh bana, diyorum. Bu kadarcık çileyi gözümde niye büyüttüğüme, mızıkçılığıma esef ediyorum. Bizim çektiğimiz eskilerin yanında gerçekten ‘az zahmet' ve ‘az meşakkat'li imiş. Sevinçle tam beni ifade eden bir şiiri mırıldanıyorum:
“Sonsuzluk Kervanı, ‘peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!'
Bastığınız yeri taş taş öpeyim;
Bir kırıntı yeter, kereminizden!
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben...” (N. Fazıl)
Kalkıp abdest alıp bu devrin kutsileri içinde yaratıldığım için şükür namazı kılıyor, müşkülpesendliğim ve mızmızlığım için özür diliyorum.