Uyku
Yarısı uyku ile geçer ömrün. Diğer yarısında uyanık kalıp kalmadığımız meçhuldür.
Çoğumuz ayaktayken bile uyur. Hatta elimizde olsa daha fazla uyumak isteriz. Dirilik yerine gevşeme haline bunca meyletmemiz nedendir?
Denilebilir ki uyanıkken canlı kalmanın bedelidir uyku. Öyle mi acaba? Yoksa yorgunluk bahane de tembelliğin kolaycılığına mı sığınırız? Uykusunu her alan çalışkanlaşmıyor, zekâsı, algı düzeyi artmıyor ki...
Aksine herkesin uyuduğu saatlerde, özellikle de gece yarısı ile seher arasında misafir bekleyenlere idrak açıklığı hediyesi veriliyor. Bu kişilerin bekleyişlerine bazen dilden şıkır şıkır, bazen gönülden mırıl mırıl sözler eşlik ediyor. Nereden biliyoruz? Geceyi öven gizemli şiirlerinden...
Uyku zengin bir gerçeklik. Nesne ve kavram portföyü çok geniş. Avama ayrı, havasa ayrı anlam katmanları döşüyor. Karanlık, gece lambası, ninni, yastık, yatak, şezlong, sedir, koltuk, mağara, çalar saat... Rüya, uçuş, kaçış, gezi, alem, pencere, kapanma, sığınma, uyanış, misal, lisan, ölüm, diriliş, mahşer...
Bunların arasından rüyayı çekelim önümüze. Gözü, görme organı olmaktan çıkaran mucizeye. Gözümüz kapalı iken gördüklerimizin gerçekliği, açıkken gördüklerimizden daha mı düşük yani? Hani meşhur ikilemdir; ya aslımız orası da burası rüya ise?
Yok yok, öyle de değil bence. Alem alem içinde, alem alem içinde, alem alem içinde...
***
Geyik
Güney Koreli sanatçı Kim Myeongbeom, bu eserine isim vermemiş. Biraz düşünelim bakalım, biz olsak nasıl adlandırırdık? Mesela “Sonbahar geyiği” veya “Yaprak döken geyik ağacı”, “Ağaç olmak isteyen geyik”, “Geyik hüznü”, “Kaçak geyik”, “Ağacın geyik aşkı”... Yok beğenmedim bu adları. Fazla kör parmağım gözüne oldu.
Eser kendini bize anlatsaydı ne derdi acaba. Herhalde bilmece gibi konuşurdu:
“Ne sen sensin, ne de ben benim. Adlarımız aldatıcı, şeklimizle rengimiz de. Sen gibi görünenle ben gibi görünen iç içe aslında ama yan yana değil. Altlı üstlü de değil. Sarmaşık diyen yanılır bize; bir dalda iki meyve diyen halteder. Mademki ne sen sensin, ne ben benim, sınırlardan söz edemeyiz. Fakat erimişlik durumu da yok. Bunlar malum olanlar. İşin malum olmayan kısmı; sen kendini ne sandığını bilmiyorsun, ben kendimi ne sandığımı. Neden peki gözlerimiz hep arayışta? Niye bütün yollar şüpheye çıkıyor? Birbirimizdeyiz, birbirimizdeniz ama birimiz ötekimiz değiliz. Bu çekim gücü nerden geliyor, nasıl işliyor? Seni ve beni bir aldatan mı var? Nedir mutfaktaki o gizem?”
***
Salyangoz; canım benim
Sonbahar biraz da salyangoz zamanı. Yağmur yağar, yavrucuklar dışarı çıkar. Otobur olduklarından hemen otlara, köklere yapraklara yönelirler. Güney Lübnanlı bir salyoangozun yakalanmadan önceki son mutlu anına bakın. Bu mevsimde yüz tanesi 3 dolar 30 sente satılmak üzere toplanır, kutulara konup restoranlara postalanır. Eski dönemlerde kabukları para yerine kullanılırmış.
Diğer adı sümüklü böcek olsa da salyangoz bana sevimliliğin, mütevazılığın, kalendermeşrepliğin sembolü gibi gelir. İnci üreten istridyenin görkemini taşımasa da, başındaki antenlere bakarsak iletişimin ve bilgeliğin... Dünyevi bilgiden ziyade, aşkınlığa meftun bir yaratık olduğunu düşünmek hoşuma gider. Evini sırtında taşımasından belki. Toprağa yakınlığından belki. Kabuğuna rağmen yumuşaklığını yitirmemesinden belki. Eklembacaklılar gibi kabuk değiştirmemesinden belki. Yüreğinde daima temiz kan bulunduğundan belki. Simetrik olmayışından belki. Geçtiği yerde iz bırakmasından belki...